Aydın KARASÜLEYMANOĞLU
ARTVİN LİSESİ ESKİ MÜDÜRÜ VECİHİ TİMUROĞLU'NDAN MEKTUPLAR
12.07.2014

 ARTVİN LİSESİ ESKİ MÜDÜRÜ VECİHİ TİMUROĞLU'NDAN

           MEKTUPLAR

 

             Aydın KARASÜLEYMANOĞLU

 

            Her yazın türü gibi mektubun da, kendine özgü kuralları, ilkeleri ve özellikleri vardır. Buna karşın, mektubu tanımlamak o denli kolay değil. Çünkü hiçbir yazın türü, mektup kadar geniş kitleleri ilgilendirmemiştir. Özel ilişkilerin ürünü olan mektup, eski çağlardan bu yana bir iletişim aracı olma özelliğini korumuş, vazgeçilmezliği teknolojinin gelişmesine kadar sürmüştür. Mektup, eli kalem tutanından eğitimsizine kadar hemen herkesin gönderdiği aldığı, karşısındakine dileklerini aktardığı bir araçtır. Türk Dili Dergisi “mektup özel sayısı”nda (Temmuz 1974), bir mektubun değerinin, onu yazanın kişiliğine, kültürüne, dünya görüşüne, yaşamı algılama biçimine bağlı olduğunu vurgulayan  Prof.Dr.Bedrettin Tuncel şöyle diyor: “Bu türün özelliklerini belirtmeye çalışırken, makale ya da kitap yazar gibi mektup yazılamayacağını da unutmamalıyız. Bir kişiye gönderilen mektup, bin kişi okuyacakmış gibi yazılmaz.”

         Dostlara düşüncelerini, sıkıntılarını iletmek, özlemleri dile getirmek,  güncel sorunlarla ilgili görüşleri açıklamak ve ilişkilerden kaynaklanan bazı isteklerde bulunmak amacıyla yazılan mektupların yazın türü olma açısından değeri yoktu. Bizim ele almaya çalıştığımız mektup türü, kişisel iletişim aracı olmaktan çıkmış, herkesi ilgilendiren içerik ve toplumsal nitelik kazanmış mektuplardır. Bu tür mektuplar, 16.Yüzyılda önemsenmeye başlar ve 18.Yüzyılda doruğa ulaşır. İlk dönemlerde din, politika ve ticaret yoğunluklu olan mektupların zamanla içeriği zenginleştirilmiştir. Okuyanı hoşnut eden niteliğe kavuşmuştur. Kendi iç dünyalarını, duygusallık ve güzellik katarak anlatan kadın yazarların da, mektup türüne katkı yaptıkları kabul edilir. Tüm ülkelerde, yazarların kişisellik boyutunu aşan ve toplumu ilgilendiren mektupları, bu türün içeriğini zenginleştirmiş, işlevlerini arttırmıştır. Mektuba da, diğer yazın türleri gibi yaşanılan çağın tanıklığını yapma, olayları geniş kitlelere yansıtma gibi özel görevler yüklenmiştir.

            Geçmiş çağların önde gelen yazarları, felsefecileri, düşünürleri ve sanatçıları bu yazın türüyle güncel olayları, toplumsal içerikli konuları okurlarına yansıtmışlardır. Halkla ilişki kurabilmek için mektupların etkinliğinden, anlatım güzelliğinden, kolay okunurluğundan, belgesel özelliklerinden yararlanmışlardır. Duygularını, düşüncelerini kestirme yoldan topluma ulaştırmak için bu türü araç olarak kullanmışlardır.  O dönemlerde yazılan mektupların sayısına baktığımızda, bu yazın türünün, diğer yazın türleriyle oranlanmayacak ölçüde yaygınlaştığını görürüz. Yontucu Michelangelo’nun 500, ressam Van Gogh’un 650, besteci Mozart’ın 3 bine yakın mektup yazdığı saptanmış. Goethe’nin ciltler dolusu mektubunu da unutmamak gerekir. Bu konuda rekor kıran Voltaire’nin 18 bin mektup yazdığı savlanmaktadır. Alphonse Daudet’in “Değirmenimden Mektuplar” kitabıyla ünlendiğini de anımsamalıyız. Alanında ünlenmiş çok sayıda yazar ve sanatçıların mektupları ilgi ile izlenmiş ve bu türün etkinleşmesine temel oluşturmuşlardır.

            Mektup yazana mı, yazılana mı aittir tartışması süredursun, dilimize çevirileri yapılan mektuplar da, duygu ve düşünce dünyamıza yeni pencereler açmış, aydınlanmamıza ivme kazandırmışlardır. Kafka, Gorki, Gide, Camus ve öteki yazarların mektupları, Türk okurlarının da birikimlerini arttırmış, dünya görüşlerini değiştirmiştir.

            Yazınımızda mektup türünün gelişmesi 19.Yüzyılın sonlarına rastlar. Gerek şiir gerekse düzyazı biçiminde yazılan mektupların dergi ve gazetelerde yayınlanması, kitaplaştırılması çok geç olmuştur. Kalıcı nitelikteki ilk örneklere değinecek olursak, Namık Kemal’ın özgürlüğü, sanatsal değerleri savunan mektuplarından, Ziya Gökalp’ın Malta mektuplarından başlamak gerekir. Tevfik Fikret’in, Hamit’in, Halit Ziya’nın, Süleyman Nazif’in, Haşim’in özentisiz ve içtenlikli mektupları, bu türün  zenginleşmesinde önemli rol oynamışlardır. Belge niteliği taşıyan, düşünceleri yansıtan, içselliğin dışa vurumunu sağlayan ve değişik konuları işleyen mektuplar, Tanpınar, Nazım, Cahit Sıtkı, Ziya Osman, Orhan Veli, Eyuboğlu, Ataç gibi dönemin yazarlarıyla etkinlik kazanmıştır. Daha sonra, çok sayıda yazın ustalarımız, ozanlarımız, düşünürlerimiz, sanatçılarımız Batı’daki örneklerinden geri kalmayan mektuplar ortaya koydular.

            Siyasilerimizin de belge niteliğinde, geniş kitleleri ilgilendiren mektuplarını da unutmamalıyız. Atatürk’ün savaş sırasında yazdığı ve aldığı mektuplar, kapanan bir devrin ve de başlatılan yeni atılımın, tarihsel açıdan yorumlanmasını ne ölçüde kolaylaştırdığı ortadadır. “Baba İnönü’den Ömer İnönü’ye Mektuplar” adlı kitabı okuyanlar, bir devlet adamının yoğun işlerine, zaman açısından sıkıntılarına karşın mektuplar yazabildiği görebileceklerdir. Sanata en çok ilgi gösteren siyasilerimizden İnönü, 200’ü aşkın mektubuyla, oğlunun yanında olduğunu sezdirmeye ve onu yönlendirmeye özen göstermiştir.

            Mektubun, yazana mı, yazılana mı ait olacağı tartışmasına girmeden sözü Vecihi Timuroğlu’nun “Yazılanından Başkalarının da Okuyacağı Mektuplar” kitabına getirmek istiyoruz. Her mektup olmasa da, Timuroğlu’nun mektupları, herkesin okuyacağı, kendine pay çıkaracağı türden. Genel konulara değiniyor, okuyana öğretilerde bulunuyor. İçeriği zengin bu mektupların, aradan yıllar geçmesine karşın diriliğini ve geçerliliğini koruması, mektup türünün de, gelecek kuşakları etkileme gücünde olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.

            Timuroğlu, yazılanından başkalarının da okuyacağı mektuplardan oluşan kitabının ikinci bölümümde, şiir, roman, tiyatro, sanat, mitoloji vb. gibi konularla ilgili denemelerine yer vermiş. Bazen de, bir mektupla bir konuya değinmeyi yeğlemiş. Timuroğlu, sunuş yazısında şöyle diyor: “Mektupla deneme yazmak, belki okura ters gelir. Ancak, bir sorunu, birinci tekil kişiyle, felsefi düzeyde tartışıyorsanız, yazınıza hangi adı koyarsanız koyunuz, kaynağında deneme yazmış olursunuz.” Timuroğlu’nun denemeleri, Batı yazınında örneğine çok rastladığımız türden. Daha önce yazdıkları ve yeni kitabı “Cahit Külebi” incelemesi, Batı’dakinin aksine ülkemizde çok yaygın olmayan türden. Bir ozanı, bir yazarı ele alıp çok yönlü ve boyutlu incelemek, ülkemizde alışılmış bir yazın türü değil. Timuroğlu’nu, bu türün öncülerinden sayılabilir.

            Elliye yakın kitabı bulunan, özgün ve içeriği dolu dolu yazılarıyla tanınan Timuroğlu’nun adını ilk kez, benimde okuduğum Artvin Lisesine müdür olarak atandığında duydum. Daha sonra Ankara’da tanıştık. Evrim dergisini çıkarırken, onun kanatları altına girdik. Evrim’i Timuroğlu ile birlikte, ünlü kişilerin yazdığı, TÖB-DER ile Halkevlerinin tüm şubelerine ücretsiz giden, o dönemdeki siyasal konjonktürde ses getiren bir dergi haline getirmiştik. O bizim ideoloğumuzdu. Yazdıklarıyla, savunduklarıyla, koyduğu tavırlar uyumluydu. Yazına ilk adımını atanlar için örnek bir kimlikti Timuroğlu. Bizlere çok şeyler vermişti.

           Yazılarıyla, konuşmalarıyla olduğu kadar, görev yaptığı yerlerdeki tavırlarıyla da, aydınlanmacı, çağdaş, dirençli bir kişiliğe sahip olduğunu kanıtlamıştı.

            Yazınımızın önemli konularına ışık tutmaya ve baskıcı uygulamalara karşı çıkmaya çalışırken bazı kesimlerin hışmına uğrayanlardandır Timuroğlu. Örgütlülüğün yorgun ama yılmaz savaşımcısıdır. Nerede, geleceğe dair umut veren, yüreğimizi ısıtan, beynimizi aydınlatan, bilincimizi geliştiren bir etkinlik olsa Timuroğlu oradadır. Yazıları, şiirleri, konuşmaları kadar bu örnek tavırlarıyla da yöresindekileri etkilemektedir. Eğitimi, sınıf dışında  da sürdürmesini becerenlerdendir o.

            Timuroğlu’nun, Başak Yayınları arasında çıkan bu kitabından, bir iki alıntıyı aktararak yazımızı sonlandırmak istiyoruz. Kitabın 54.sayfasındaki, öyküye değinen yazısında Timuroğlu şöyle diyor:

            “Dünyanın her ülkesinden öyküler okudum. Sevdiğim Eskimo öyküleri bile oldu. Ama, iyi öyküye Rus öyküsü diyeceğim bundan böyle. Rus öyküsü gibi Türk öyküleri de var. Ama bu öyküleri değerlendirmemişiz gibime geliyor. Bir öykücüyü sevmişler, herkese de sevdirmişler. Bunlardan şu sonuç çıkıyor: Türk okuru, koşullandırılarak okuyor. Bana ne başkasından? Ben, senin sorunlarından yola çıkacağım. Oradan genele varırsak, benim öznel yargım olmayacaktır o.”

          Timuroğlu’nun 12 Eylül yönetimince sakıncalı görülen ve yayınlandığı Sesimiz dergisinin toplatılmasına, sorumlularının yargılanmasına neden olan “İksion Ya da Şairin Yazgısı” adlı yazısından bir bölümü birlikte okuyalım:

        “Şair, toplumların İksion’udur. Şiiriyle bengisuyu içmiştir. Sözleriyle yüreklerde, kafalarda evrensel ateşler yakmıştır, düşüncelerin alanlarını genişletmiştir.Diliyle yargılanmıştır. İnançların hasına alıştırmıştır insanı. Kavganın barutu olmuştur. Şiirsiz kimse dövüşemez. Her savaşımın moral gücünü sağlar şiir. Bu yüzden, her çağda, her toplumda, her yönetim, şairin karşısına dikilir.”

           Bir Mektup Bir Şiir başlıkla yazısında (sayfa 131) şunlara değiniyor Timuroğlu:

          “Yazılanından başkalarının da okumasını istediğim mektupları kesiyorum. Onlara, sahip çıkan çıkana. Doğrusunu istersen, ilk zamanlarda ben de keyiflenmiştim böyle yorumlanmasından. Ama, son günlerde, mektuplara herkesin sahip çıkması, huzursuz etti beni. Okunsun diye yazdığımı, sahip çıkılsın diye yazmadığımı anladım.”

           Bir özeleştiri yaparak, mektuplarıyla ilgili yankıları yanıtlamaya çalışan Timuroğlu, aynı yazısında şiirsel bir anlatımla eleştiri ile ilgili görüşlerini de açıklıyor:

         “Ay, sevginin köklerini, şafakların arkasından geçerek yıkıyordu. Sen vardın ayın ortasında. Şiir kokuyordu toprak. Toprağın şiire durduğu bir ortamda, eleştiriyi sürdüremezdim. Gerçi, sana eleştiri üzerine söz edeceğimi söylemiştim. Köklü bir eleştirmen değilsen, günlük esintilere uyarak değerlendirme yapıyorsan, bir de eleştiriden salt değerlendirme bekliyorsan, eleştiri yoluyla, yazınsal ve ekinsel yaşamımızı zenginleştireceğine inanmıyorsan, eleştirinin de bir yararı olduğunu düşünmüyorsan, eleştiri yazmak kolaydır. Kolayından eleştiri yazmaya ben, “çızıktırı” diyorum. Edebiyat tarihine dayanmadan yapılan eleştiri, kesinlikle “çızıktırı”dır.”

        Timuroğlu’nun yazıları uzunca ve dolu doludur. Ülkemizde, kolaycı okur kitlesi yaratmaya özen gösteren yayın organları, nedense hep kısa yazıları yeğliyorlar. Ama, dizelerin arkasına da geçebilen, yazının soluklu oluşundan doyuma ulaşmasını bilen okurlar, Timuroğlu’nun değerlendirmelerin mutluluk duyacaklardır. Çünkü o, usta ve derinliği olan bir yazarımızdır.


Bu makale 555 kez okundu.

Yazarın Diğer Yazıları
Serhad Artvin Gazetesi © 2012 Tüm Hakları Saklıdır.
İnönü Caddesi. Karahan İşhanı No:16/A - ARTVİN -- Tel :0(466) 212 11 29 - Faks: 0(466) 212 38 84 - E-Posta: osengun{at}hotmail.com